Toprak nemliydi...
Yağmurun ardından gelen o ağır, keskin toprak kokusu boğazıma doluyordu.
Parmak uçlarım mezar taşının üzerinde, her zamanki gibi sanki anneme dokunuyordum.
Taşın üzerindeki isme baktığımda, her seferinde içimdeki çocuk yeniden uyanıyordu.
"Ben geldim... anne." Diye bildim çaresizce.
Fısıltım, mezarlığın sessizliğine karıştı.
Gözlerimi kapadığım anda, yirmi yıl öncesine geri döndüm.
O geceye. Çocukluğumun elimden alındığı o yıl, o güne...
Hayatımın donduğu ana.
Pencere önünde, annemin yeni aldığı oyuncağı tutarak, onun dönüşünü sabırsızlıkla bekliyordum. Son mutlu olduğum an olduğunu bilmeden... Tutturmuştum doğum günün pastasız olmaz diye. Ne çok suçlamıştım kendimi. Keşke istemeseydim...
"Geç kalmam, Toprak gözlüm" demişti, "sadece doğum günü pastasını alıp geleceğim."
Saatler geçmişti dönmemişti...
Sonra o ses... Keskin ürpertici fren sesi ardından gelen bağırışlar...
Camdan baktığımda, sokak lambasının cılız ışığında, annemi arabadan yere atmaları ve sokak ortasında vahşice tekmelemeye başlamaları yine canlandı zihnimde...
"Yapma... anneme dokunma! Lütfen!"
Küçücük ellerim, dev bir gölgeye karşı kalkmıştı. Acizce yere düşeceğini bilmeden...
Duvardan duvara çarpan beden sesiyle birlikte kulaklarımdan silinmeyecek bir inilti duyuldu.
O adamın yüzünü hiç göremedim... sadece nefesini hissettim. Kirli, soğuk ve insanlıktan uzak.
Bir silah sesi...
Yine duyulmayan çocuklar...
Sonrası sessizlik...
Ve karanlık...
Gözlerimi açtığımda, önümde yine aynı mezar taşı vardı.
Yirmi yıl geçmişti ama hiçbir şey değişmemişti.
Yalnızca ben büyümüştüm...
ve o geceye, dönüşü olmayan bir yeminle bağlanmıştım.
"Bize bunu yapanı bulacağım anne," dedim kısık bir sesle.
"Ne olursa olsun..."
Toprak sessizdi, ama ben onun beni dinlediğine inanıyordum.
Rüzgar, mezarlığın kuru yapraklarını savururken, taşın üzerindeki yağmur damlaları gözyaşlarıma karışıyordu.
O an cebimdeki telefon titredi. Ekranda Komiser Ali yazıyordu.
Derin bir nefes alıp açtım.
"Ada, yeni bir ceset bulundu. Olay yerine gidip incelemen gerek. Adres birazdan gelecek."
"Kim bu seferki?" dedim, soğuk bir sesle.
"Metin Yılmaz. Eski bir savcı. Görünüşe göre yıllar önce üstü kapatılmış bir tecavüz davasında tanıklığı reddetmiş."
"Yıl... kaç dedin?"
"2005."
Bir anlık sessizlik... sonra kalbim dondu.
O tarih.
O lanetli yıl.
Annemin öldürüldüğü yıl.
Telefon elimden kayıp toprağa düştü.
Başımı kaldırdım, gri gökyüzüne baktım.
"Bana mı dönüyorsun, geçmiş?" dedim fısıldayarak.
Sanki topraktan bir ses yankılandı:
"Belki de artık zamanı geldi..."
Rüzgar uğuldadı, saçlarım yüzüme çarptı.
Kalbim hızla atarken, içimde bir ses "Bu sadece bir cinayet değil," diyordu.
Bu, geçmişin dirilişiydi.
Annemin kanıyla başlayan hikayenin ikinci perdesi olduğunu his ediyordum...
Arabamın kapısını sertçe çarpıp motoru çalıştırdım.
Radyoda bir şarkı çalıyordu, sözleri neredeyse benimle alay eder gibiydi:
"Ezberimde yüzün... silmek öyle kolay mı?"
Canlandı gözlerimde yalnız oluşum. Annemin yokluğundan sonra yetimhanede geçen iğrenç günlerim, hayatın sanki beni hiçe saymasının delillerinden biriydi. Annemin özenle taradığı saçları yolmaya, kesmeye çalışmaları, hastalandım diye karanlık dar bir alana kapatmaları ve bunlar hiçmiş gibi, çocuklar üzerinden ticaret yapmaları çocuk yaşımda mahvolmama sebep olmuştu. Bazen düşünüyordum, babam yanımda olsaydı nasıl bir hayatım oldurdu diye. Bir çok şeye hasetle bakarak büyümüştüm. Hayal etmiştim hep, zihnimde yaşamıştım bir çok şeyi. Annemi zihnimde yaşattığım gibi.
Yağmur camdan aşağı süzülürken, aynadaki yansımama baktım.
Kahve rengi gözlerimin altındaki koyu halkalar, uykusuz gecelerin izleriydi.
Ama o gözlerin içinde bir söz hâlâ canlıydı:
"Bulacağım."
Olay Yeri
Şehrin eski sanayi bölgesindeydim.
Burası, çürümüş metal ve pas kokusuyla yılların ağırlığını taşıyordu.
Navigasyon "Hedefinize ulaştınız" dediğinde arabayı kenara çektim.
Bagajdan çantamı alıp, silahımı belime taktım.
Kapı aralıktı.
İçeriden gelen küf ve çürümüş demir kokusu havayı doldurmuştu.
"İçeride kimse var mı?" diye seslendim.
Cevap gelmedi — yalnızca uzaktan damlayan suyun yankısı.
Sesin geldiği yöne ilerledim.
Banyonun kapısı aralıktı.
Duvara kanla yazılmış kelimeler gözlerimi dondurdu:
"YIL 2005"
Nefesim kesildi.
"Bu... olamaz," dedim kendi kendime.
Bir oyunun döndüyü belliydi. Belkide her şeyin başlama zamanı gelmişti...
Ali'ye fotoğraf çekip gönderdim: 'Ekip gönder, hemen.'
Oturma odasına geçtiğimde yerde kan gölü ve toz tabakası vardı.
Ama tozun bazı yerleri silinmişti.
Birinin burada olduğu aşikardı.
Kahvereng deri koltukta, sırtı arkaya düşmüş bir ceset...
Metin Yılmaz.
Kalbinden vurulmuştu. Şaşırtmadı beni. Aylardır bir failin izine düşmüştük. Mesleğe adım attığım zamandan şimdiye kadar beni zorlayan en garip dosyaya bakıyordum. Sırlı ve bir o kadar garip cinayetlerle dolu dosyaya... "Görünürken Kaybolanlar" adlandırdığım cinayetlerin sadece tek bir ortak noktası olduğu malum olmuştu bizim için. Ölen insanların hepsi cinayetlere şahitlik edip susan, tecavüz edip gizlenenler, çocuklara istismar edip, normal hayat sürenler ve daha başkalarıydı.
Garipti.
Ölenlerin hepsi günlük işinde gücünde sanki normal insanlar gibiydiler. İşte bu yüzden görünürken kaybolanlar diyordum dosyaya. Amma derine gidildiğinde onları vicdan mahkemesiyle cezalandıran şahıs tarafından, tam kalbinden vurulup ve yine o şahısın istediği yerde cesetlerini buluyorduk. Bize ise o şahısın izini bulup adalete teslim etmemiz emir edilmişti. Ne tesadüf ki hiçbir iz yoktu. Elimizde sadece kalbinden vurulan cesetler vardı. Ben Ada Yüksel Kriminal Daire Başkanlığında suç analiz uzmanı olarak çalışan, çocukluktan bu meslek için yemin etmiş biri olarak büyümüştüm. Canice öldürülüp, sanki bir çöpmüş gibi çöp poşetiyle sokağa atılan ceset hayatıma ilmek ilmek işlemişti. Polisler "Kaza" dedi. Savcı "Trafik kazası" diye kayıtlara geçirdi. Ama ben biliyordum. O bir kaza değildi. Yaşamıştım ben o anı... İnsan nasıl unuta bilir ki yaşadığı onca acıyı... Ben de unutmamıştım. Yıllar, günler, saatler geçtikçe canlanmıştı nefretim, hırsım.